Powered By Blogger

15 Ağustos 2014 Cuma

SEN VARSIN ANNEM

“3 Ağustos 2014 tarihinde Hakkın rahmetine kavuşan annem Safiye YAZAN’ın aziz hatırasına yazılmış bir şiir.”

İki bin on dört tarihlerinde,
Gene saygımızda sen varsın annem!
Bu fani dünyadan gittiklerinde,
Anma kaygımızda sen varsın annem!


Haklarını helal eyliyor oğlun.
Allahın yaratmış olduğun kulun…
Cennet-i alaya düştü bu yolun.
Gene duygumuzda sen varsın annem!

Bu acı ölümün eve ulaştı.
Ambulansla cenazesi kavuştu
Hala, teyze, baba, oğlu ağlaştı.
Tespih dilimizde sen varsın annem!

 Ekşiler Köyünden gelme aslıdır.
Yörük, Avşar, Farsak desem neslidir.
Şu günlerde ev hanemiz yaslıdır.
Gidecek yolumuzda sen varsın annem!

Ölümünden veriliyor selâsı.
Ana baba günü oldu burası.
Kiminin yeğeni, oğlu halası…
Tutunacak dalımızda sen varsın annem!

Ağustos ayında oldu sıcaklar.
Tabutuna sarılıyor çocuklar.
Her birisi annem diye kucaklar.
Şükür halimizde sen varsın annem!

Yoğun bakım odasına girmiştin.
Yaşantıyın en sonuna ermiştin.
Hakka canı teslim edip vermiştin.
Gene yerimizde sen varsın annem!

Haklarını helal etti oğlunuz.
Güle güle gidin açık yolunuz.
Cennet-i alada huzur bulunuz.
Gene yanımızda sen varsın annem!

Sizlere emanet olsun babanız.
Hakkın rahmetine vardı anamız.
Beni hatırlasın gene hanemiz.
Ünlü şanımızda sen varsın annem!

 Nice ilaç içtin, nice hap içtin.
En sonunda annem ölümü seçtin.
Teslim ettin canı dünyadan geçtin.
Temiz kanımızda sen varsın annem!

Her gün tansiyon haplarını kullandın.
 Hiç birinden sağlık şifa bulmadın.
Rahmet iledualarla yollandın.
Sağlık canımızda sen varsın annem!

Safiye Yazan’ın ölüm gününde,
Namazı kılındı kıble yönünde.
Kabristana gider millet önünde.
Gene kalbimizde sen varsın annem!

Annem çıkmıyorduk senin sözünden.
Nur cemalin okunurdu yüzünden.
Çok şükür ameliyat oldun gözünden.
Bir tek hanemizde sen varsın annem!

Sen gittin ardından biz de üzüldük.
Cenazenin yanı başa büzüldük.
Hakkın huzuruna öksüz yazıldık.
 Her gün günümüzde sen varsın annem!

Bir yaramaz hastalığa dutuldun.
Yoğun bakım odasına atıldın.
Bu şekere tansiyona katıldın.
İçimizden birimizde sen varsın annem!

Acil bakım diyalize aldılar.
Hemen Başkent Hastaneye saldılar.
Doktor hekim başucunda kaldılar.
Kalbimiz hatıramızda sen varsın annem!

Kozan’daki hastaneye baktılar.
Serum iğne her yanına taktılar.
Sevenlerin sana sahip çıktılar.
Üzüm bağımızda sen varsın annem!

Bu hastalık günden güne bitirdi.
Kocan hastaneye aldı götürdü.
Ambulansla cenazeni getirdi.
Başımız tacında sen varsın annem!

Der Cumali burada sonunu söyler!
Dinleyen okusun burada beyler.
Ozanımda Haktan rahmetler diler.
Bizimde ne olacak sonumuz annem!

Çukurova Halk Ozanımız
 Ceyhanlı Âşık Cumali Minğan






24 Haziran 2014 Salı

BU YÜZDEN



Dalgaların ahengi
Ve
Güneşin kızıllığı,
Saçlarına düşmüş.

Bir sonbahar akşamı gibi
Hüzünlü ve suskun.
Ve bir  o kadar da güzeldin .
.

Bu halinden midir ne?
Her gün bir başka  seviyorum seni.

Bu yüzden olsa gerek,
Suskunluğum ve çaresizliğim.


Hasan Topuz-Şamil Yazan

10 Haziran 2014 Salı

AHMET KAYTANCI’NIN HACIN OLDU KANLI KUYU İSİMLİ KİTABI ÜZERİNE NOTLAR


Şamil YAZAN
Araştırmacı-Yazar

Ermeni Sorununu çok boyutlu inceleme gibi bir düşüncemiz yoktur. Ermeniler Ermeni Sorununu dünya gündemine getirince bizim araştırmacılar hemen olayı araştırmaya başlarlar. Nitekim Ermeniler “1909 Adana Olayları”nı dünya gündemine getirmeye başlayınca bizim akademisyenlerde hemen olayı araştırmaya başlamışlardı. Hemen bu konuda birkaç eserin yayınlandığını gördük. Gördük ama bizim akademisyenlerin “1909 Adana Olayları”nı çok boyutlu incelemedikleri de görülmektedir. Zaten bu konu da çok çalışma yoktur. Yapılan çalışmalar genelde birbirini tekrar edip durmaktadır. İşte bu açıdan baktığımızda Ahmet Kaytancı’nın “Hacın Oldu Kanlı Kuyu” isimli eseri önemi bir kat daha artmaktadır. Çünkü Ahmet Kaytancı bu eseriyle Ermeni Sorunun Türk Milleti üzerine sosyolojik ve psikolojik yansımalarını vermektedir. Ahmet Kaytancı Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı Adana’nın Saimbeyli ilçesinde doğmuş ve büyümüştür. Zaten yapı olarak yaşadığı bölgeye de ilgi duyan ve yaşadığı bölgeyi seven biri olan Ahmet Kaytancı Ermenilerin 20. yüzyılda Türklere yaptığı işkenceleri halkla konuşarak bir derleme yapmıştır. İşte bu yazımızın konusu Ahmet Kaytancı’nın “Hacın Oldu Kanlı Kuyu” isimli kitabı üzerine olacaktır.
Kitap Tema Yayınlarından 2008 tarihinde çıkmıştır. Kitap 141 sayfadır. Kitap Ermenilerin yaptıkları işkenceleri gören kişilerle yapılan sohbetler neticesinde derlenmiştir. Ahmet Kaytancı kitabı yazılış gayesini önsözdeki şu cümlelerle özetlemektedir:
”Bizler yanan yüreklerimizin ateşini kahramanlık türküleri ile söndürmeye çalışırken, başkaları ihanet ateşlerini gözyaşlarını ile alevlendirdiler. Timsah gözyaşlarının farkına varamayanlara kızmaktansa sakladığımız gözyaşlarımız ile evlatlarımıza acı gerçekleri anlatmak zorundayız.”
Kitap on sekiz bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde Saimbeyli ilçesinin 1909 tarihindeki yapısı hakkında bilgi verilmektedir. Bu bilgilerin 1909 tarihli Adana Vilayet Salnamesinden alındığı anlaşılmaktadır. Verilen bilgilerden Saimbeyli’nin o tarihlerdeki adının Hacın olduğunu anlamaktayız. Adana Vilayet Salnamelerinden alınan bilgilerden Saimbeyli’nin nüfus, ekonomik, eğitim ve coğrafi yapısı hakkında bilgi alabilmekteyiz.

            İkinci bölüm “Savaşa Zorlanan Bir Milletin Dramı” adını taşımaktadır. Bu bölümde Ermeni Meselesinin nasıl ortaya çıktığı vurgulanmaktadır. Üçüncü  “Doğanbeyli’de Bir Gün” adını taşımaktadır. Ahmet Kaytancı Saimbeyli tarihini en iyi bilenlerin başında gelmekteydi. Nitekim Saimbeyli’ye araştırma yapmak isteyen kişiler muhakkak onun kapısını çalardı. Nitekim TRT’den Mustafa Bey’e Saimbeyli’deki çekimler için yardım etmiştir. Doğanbeyli Köyü’nde giderek orada Ermenilerin yaptıkları zulümleri birebir yaşayan insanlarla röportaja yapmışlardır. Özellikle Çirişli Bekir ve Mustafa Şahin’in anlattıkları tüyler ürperticidir. Dördüncü bölüm “Himmetli’den Hakkı Metli” adını taşımaktadır. Bu bölümün adından anlaşılacağı gibi Hakkı Metli Beyin verdiği bilgilerden oluşmaktadır. Hakkı Bey Ermenilerden bahsederken Bizim Ermeniler demesi bir zamanlar Türklerle Ermenilerin barış içinde yaşadığını göstermektedir. Hakkı Beyin verdiği bilgilerden Ermenilerin Türklerin mallarını zorla el koydukları anlaşılmaktadır. Beşinci bölüm “Kandilli’den Medine Nine” adını taşımaktadır. Kandilli Köyünden Medine Nine’nin Saimbeyli’ye mal satmaya gittiği ve bazılarının mallarını ucuz satıp köy döndüğünü ve bazılarının satmakta işi geciktirdikleri yüzünden daha sonradan Ermeniler tarafından şehit edildikleri anlatmıştır. Altıncı bölüm “Çerkez Ali” adını taşımaktadır. Bu bölümde Çerkez Ali’nin kimliği hakkında bilgiler verilmektedir: Yedinci bölüm “Babamın Gözyaşları” adını taşımaktadır. Bu bölümde yazarın babasının anlattıkları not edilmiştir. Bu bölümün en büyük özelliği Melek Hanımın Ağıtının hikayesi ve ağıtın tamamının verilmiş olmasıdır. Bu ağıt Ermeniler tarafından 1920 tarihinde Saimbeyli’de şehit olan Melek Hanımın bohçasından çıkmıştır. Aslında kitapta ismini bu şiirde geçen bir cümleden almıştır. Aşağıya üç kıtasını sizler için alıyorum:

"Hacın oldu kanlı kuyu,
Uyu Osman oğlum uyu!
Hücumunan alınmadı,
Yıkılası Sultan Suyu.

Kara Osman'ın ağa mesudum
Bunları ben elimle verdim.
Bu ne hikmet ey Allahım
Gavura el aman dedim.

Amir memur demediler
Hep bir ipe bağladılar
Bekiroğlu Dede Ağa'yı
Demir ilen dağladılar.”

Sekizinci bölüm “Havaca” adını taşımaktadır. Havaca yazarın babaannesi olmaktadır. Bu bölüm bir kadının yaşadığı dramı anlatmaktadır. Dokuzuncu bölüm “Gelin Ayşe” adını taşımaktadır. Genç bir kızın gelin oluşu ve Ermeniler tarafından katledilişi anlatılmaktadır. Onuncu Bölüm “Mercimek Mehmet” adını taşımaktadır. Mehmet Bey Ermeni zulümlerine şahit olmuş bir kişi. Bu yüzden Bizim Ermeniler diye tabir olunan Ermenilerin Türklere nasıl düşman oldukları ve özellikle kadınlara ve çocuklara nasıl işkence ettikleri ağlayarak anlatmaktadır. On birinci bölüm “Hüseyin Emmi” adını taşımaktadır. Hüseyin Emmi’nin ailesi Erzurum’dan Ermeni zulmünden kaçmıştı. Ama Ermeni zulmü onu ve ailesinin peşini Saimbeyli’de de bırakmamıştı. Çünkü Hüseyin Emmi’nin babası Ermeniler tarafından katledilmiştir. On ikinci bölüm “Kör Ali” adını taşımaktadır. Kör Ali’nin kör lakabını almasının hikâyesi ve evinin Ermeniler tarafından yakılması anlatılmaktadır. On üçüncü bölüm “Pan Mehmet” adını taşımaktadır. Pan Mehmet, I.Dünya Savaşında Yemen’e gitmiş ama geri döndüğünde karısının ve çocuklarının Ermeniler tarafından katledilmiş cesetlerini görmüştür. Bir baba ve bir eş için eşinin ve çocuklarının katledilmiş cesetlerini görmek kadar zor bir şey olamaz. On dördüncü bölüm “Mehmet Baykal” ve “Mehmet Baykal’ın Anlattıkları” adını taşımaktadır. Mehmet Baykal 1920 Saimbeyli Savaşını görmüş ve Saimbeyli’nin 1920 öncesi hakkında bilgi sahibidir. Mehmet Baykal Beyin aydın bir insan olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü yaşadıklarını ve Saimbeyli hakkında bildiklerini on dokuz maddelik yazıya dökmüştür. İşte bu notları Ahmet Kaytancı’ya tarihe not düşmesi için emanet etmiştir. On beşinci bölüm “Dişçi Ahmet’in Anlattıkları” adını taşımaktadır. Ahmet Saygılı Fransızların Çukurova’yı işgal ettiği zamanlarda bir çocuktur. İşte bu bölüm bir çocuğu gözünden Ermenilerin bölge insanın nasıl zulümler yaptıklarını anlatmaktadır. Özellikle Kirkor denilen Ermeni’nin Türk köylerine nasıl bir zulüm yaptığını tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. On altın bölüm “Teke Hasan” adını taşımaktadır. Hasan Bey bu kitap içerisindeki hikâyeler içerisinde en ilginç olandır. Çünkü Hasan Bey 1920 tarihinde Saimbeyli esir olarak tutulan Türklerden kurtulan tek kişidir. Bu yüzden onun anlattıkları tarihi bir değer taşımaktadır. On yedinci bölüm “Kana Doymadılar” adını taşımaktadır. Bu bölüm kitabın sonuç bölümü sayılır. Savaşın bittiği ertesi yıl dağlara saklanan Ermeniler dağlara yaylaya çıkmaya giden insanımızı katletmişlerdir.
Sonuç olarak Çukurova’da Ermenilerle savaşın en yoğun geçtiği yer Saimbeyli’dir. Çünkü Ermeniler, Saimbeyli’nin merkezinde yoğun olarak yaşamaktaydı. Batılıların kışkırtmalarıyla Ermeniler Türklere düşman olmuşlardır. Bu yüzden Anadolu’da Ermeni Devleti kurabilmek için Türklere çeşitli zulümler yapmışlar ve Türkleri yerlerinden yurtlarından etmeye çalışmışlardır. İşte bu açıdan bakıldığından Ermeni zulümlerinin hangi boyutlara kadar varabildiğini göstermesi açısından önemli bir kitaptır. Ahmet Kaytancı’nın daha sonraları bu kitaba yeni bilgiler ekleyerek “Hacın Yanık Şehrin Hikâyeleri” adı altında 2010 tarihinde Adana yayınlamıştır.

NOT: Bu kitabı internet ortamından da okuyabilirsiniz. http://hacinli.blogspot.com.tr/

Ayrıca yazar hakkında bilgi için bakınız: http://hacinli.blogspot.com.tr/2013/04/yazar-hakkinda.html

20 Mayıs 2014 Salı

SOMA GERÇEĞİ İLE YÜZLEŞEBİLMEK

Şamil YAZAN
Türkiye gündemi cumhurbaşkanlığı seçimi idi. Başbakan Erdoğan cumhurbaşkanlığına aday olacak mı? Muhalefet partileri nasıl bir aday çıkaracaktı. Ama Soma’dan gelen haberle Türkiye’nin gündemi hemen değişiverdi. Olayı ilk zamanlarda fazla önemsemedik. Olayı sıradan maden kazası olarak değerlendirdik. Hatta maden kazasında olsa olsan beş on kişinin ölmüş olabileceğini düşünüyordu. Oysa maden kazasından haberler geldikçe işin vahameti anlaşılmaya başlandı. Olayın sıcaklığında başbakanımız her zamanki gibi krizleri idare etmekten uzak bir edayla o bilinen sözü söyledi:”Bunlar olağan şeylerdir. Literatürde iş kazası denilen bir olay vardır. Bunun yapısında fıtratında bunlar var.”

Başbakanın bu açıklamaları bana İslam dünyasının yüzyıllardır tartıştığı itikadi mezhepler olan Maturidilik ve Eşarilik anlayışını hatırlattı. Eşariliğe göre insanın aklı hiçbir zaman gerçeğe ulaşamaz bu yüzden insan ancak kayıtsız şartsız inanmakla mutlu olabileceğini ileri sürer. Maturidilik anlayışının kurucusu olan İmam Maturidi’ye göre, akıl, sadece dinî bilginin kaynağı değil, aynı zamanda genel bilginin ve ahlaki bilginin de kaynağıdır. İşte bu iki zıt anlayış geçmişten günümüze İslam dünyasının fikri yapısını etkilemiştir. Hatta Osmanlı Devletinin yıkılmasında Eşarilik anlayışının etkileri olduğu vurgulanmaktadır. Nitekim Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı almasıyla İslam dünyasının önde gelen Eşari âlimleri İstanbul’a getirtilmiştir.  İstanbul’a gelen Eşarî alimleri Osmanlı medreselerinden akli ilimleri ( matematik ve fizik gibi..) dışlanmasına neden olmuşlardır.İşte akla önem verilmemeye başlandığından beri Türkiye’deki Siyasal İslamcılar deprem, yangın, deprem, trafik kazası gibi olaylarda yaşanan can kayıpları takdir-i ilahi veya kader olarak yansıtır olmuşlardır.Aslında İslam dünyasında devlet adamlarının en küçük olaylarda bile sorumluluk duymaktaydılar. Nitekim bu duruma en iyi örnek Hz. Ömer’dir.Hz Ömer’in devlet sorumluluğu ile anlatılan  bir olayda:
Hz. Ömer (R.A.) tebdili mekân mahalle aralarında gezerken çocuk ağlamaları gelen bir kapının önünde durur ve bir süre dinler ve kapıyı vurarak içeri girer. Gördüğü manzara karşısında şaşkına döner. Bir yaşlı kadın ocaktaki tencerede bir şeyler pişiriyor. Küçük çocuklarsa eteğine yapışarak ağlıyorlardı...
Hz. Ömer (R.A. ): kadına bu çocuklar niye ağlıyor diye sorar.
Kadın: çocukların aç oldukları için ağladıklarını söyler.
Hz. Ömer (R.A.): peki niçin pişirdiğin yemekten vermiyorsun der
Kadın: kocam ve oğlum şehit, bu çocuklarda oğlumun yetimleri, son yiyeceğimiz iki gün önce bitti. Tencerede de taş kaynatıyorum ki çocuklar avunur uykuya dalar diye” der
Hz. Ömer daha da şaşırarak “peki kimseden yardım talep etmedin mi?” der.
Kadın: varlıklı bir aileden geldiğini, yardım talep etmeye utandığını söyler ve Hz. Ömer’e beddualar etmeye başlar. “Ömer şimdi rahat yatağında uyuyor, bizim halimizi düşünmüyor” der;
Hz. Ömer: ana, Hz. Ömer’in nerden haberi olsun der
Kadın: o İslam’ın halifesi, kocamı, oğlumu, savaşa gönderirken biliyordu da şimdimi bilmeyecek der.
Hz. Ömer: haklısın ana siz burada biraz bekleyin der ve gidip kendi sırtıyla taşıdığı un ve yağı getirip kadına verir. Daha sonra kadına ve yetimlere maaş bağlatır.
Hz. Ömer:“Fırat kıyısında bir koyun helak olsa, Allah bunu Ömer’den sorar diye korkarım.””diye adalet anlayışını ve sorumluluk anlayışını ortaya koymaktadır.
Neyse biz gelelim Soma olayıyla yüzleşmek meselesine. Soma bir gerçeği de ortaya çıkarmıştır ki biz acıyı bile paylaşmasını bilmiyoruz. Nitekim sosyal medyada bazı gençlerin yüzlerine ve göğüslerine kömür renginde şekiller çizerek fotoğraflarını paylaşmaları bunun en büyük göstergesidir. Bu yüzden Soma acısını bile paylaşamayan bir toplumun soma ile yüzleşmesini beklemek herhalde hayalperestlik olur. Soma olayının sorumlusu olarak sadece şirket yöneticileri ve çalışanlarının suçlu ilan edilmesi bile bu olayla yüzleşemeyeceğimizi göstergesidir. Peki, Maden güvenliği yasalarını adam akıllı yapmayan milletvekilleri. Madenleri adam akıllı denetlemeyen müfettişler. Soma olayı öncesinde madenlerde yaşanan kazaları araştırmak için komisyon kurulmasına yönelik teklif veren muhalefetin önergesini kabul etmeyen iktidar milletvekilleri suçsuz mu? Anlaşılan o ki bu olayın faturası birkaç şirket çalışanlarına ve yöneticisine çıkacak. Soma olayında ölen kişilerin ailelerine çeşitli yardımlar yapılacak. Birkaç hafta sonrada bizler de yavaş bu olayı unutmaya başlayacağız. Bu da ilah-i takdir (veya kader) olsa gerek..


6 Mayıs 2014 Salı

KOZAN SANCAĞI TARİHİ ÜZERİNE NOTLAR-I

Şamil YAZAN
Araştırmacı-Yazar

Talihsiz Bir Şehir Olan Anavarza’nın Hikâyesi
Anavarza zarb kelimesinden gelmekte olup zarb kelimesi sarı manasına gelmektedir. Anavarza ismi bir kayadan veya Anavarza’nın kurucusu olan Azarbas’tan gelmektedir. Anavarza’nın tarih boyunca iki büyük deprem yaşamıştır. İlk deprem Roma İmparatoru Nevra’nın hükümdarlığı sırasında olmuştur. İkinci deprem Roma İmparatoru Justin hükümdarlığı sırasında olmuştur. Justin şehri tekrar onarmıştır. Roma İmparatoru Justin’nin şehri onarmasından dolayı Justinopolis adıyla anılmıştır. İkinci deprem birinci depremden daha yıkıcıydı. Justin’in halefi olan Justinian devrinde Anavarza yeniden inşa edildi. Şehrin dışındaki duvarlar Justinian diye anılmaktadır. Şehri Roma İmparatoru Augustus ziyaret etmiş. İmparator Agustus’un ziyaretiyle şehir yeniden önem kazanmaya başlamıştır. Ayrıca İmparator Agustus şehre Cesarea ad Anazarbun adını vermiştir.

Şehir sekizinci yüzyılın sonlarında Müslümanların eline geçti. Abbasi halifesi Harun Reşid zamanında (M. S. 802) şehre Horasan Türkleri yerleştirilerek bölge güvenliği sağlamak amacıyla bir askeri garnizon kuruldu. Şehir, Sis şehrinin önem kazanmasına kadar bölgenin en önemli şehir olma hüviyetini sürdürdü. 1130 tarihinde şehrin yakınlarında Haçlılarla Halep ve Dımaşk Sultanları arasında bir savaş oldu. Ermeni kralı II. Leo zamanında şehir eski cazibesini iyice yitirdi.
Hacın mı Haçin mi?

Osmanlı Türkçesini bilenler iyi bilirler ki Osmanlı Türkçesinde yer ve şahıs adlarını okumak zordur. Özellikle incelediğiniz yöreyi bilmiyorsanız Osmanlı kaynaklarındaki yer ve şahıs isimlerini okurken hata yapma olasılığınız bir kat daha artmaktadır. İşte Kozan Sancağının önemli kazalarından biri olan Saimbeyli’nin Osmanlı zamanındaki ismi olan Hacın’ın adında da kelimeyi yanlış okumaktan doğan bir karışıklık vardır. Osmanlı Türkçesi uzmanları Hacın kelimesini yanlışlıkla Haçin okuyunca bu kelime bu şekilde bilinir olmuştur. Aslında bu kelimenin Hacın olması gerektiğini vurgulayanların başında Şair ve Yazar Ahmet Kaytancı gelmektedir. Zaten Ahmet Kaytancı yayınladığı kitabın ismi de Hacın’dır. Ahmet Kaytancı’yla yaptığımız bir sohbet esnasında Haçin kelimesinin aslında Hacın olması gerektiğini çünkü kendisinin Saimbeylili büyüklerden Hacın şeklinde duyduğunu belirtir. İngiliz kaynakları bu kelimeyi Hadjin şeklinde yazmaktadırlar. Hadjin kelimesi de Hadji kelimesinden gelmektedir. Hadji kelimesinin Türkçe karşılığı Hacı’dır. Yani Hadjin kelimesinin tam karşılığı olarak Hacın olmalıdır. Zaten Osmanlı Türkçesinde ç harfinin altında üç nokta vardır. C harfinin altında da bir nokta vardır. Yani Hacın( ﺣﺎﺟﻴﻦ ) kelimesi c harfi ( yani Cim) ile yazılmaktadır.  

5 Mayıs 2014 Pazartesi

GÖNLÜMÜN SULTANI

Şamil YAZAN
Ey gönlümün sultanı, ey sultanların sultanı… Bilesin ki canım yanıyor canım. Yüreğime çelişkiler çöreklendi. Ruhuma sindi çaresizliğin korkuları. Anlayacağın ben eşiklerde kaldım. Ne sana git ne de gitme diyebiliyorum. Soruyorum kendi kendime, giden mi suçlu kalan suçlu mu diye. İşte bu ukdeler ve hafakanlar içinde kendimden başkasına kızacak yüzü bulamıyorum kendimde.
Ey gönlümün huzuru ve neşesi! Bilesin ki sen umut demektin yarın demektin. Sen yarınlar için çıktığım yollarda kavgamdın. Sen huzursuzluğun huzuruydun. Ruhumun derinliklerinde alevlenen aşk ateşiydin. Oysa sen şimdi yarım bıraktığım cümlemsin.


Ey güldüğünde yüzünde Türkistan asaleti beliren güzel! Bakışınla gönlümü alevlendiren dilber. Artık ne desem boş ne desem anlamsız… Gönül kuşu uçtu bir kere. Ne durulur ne de çağlar artık. Anladım artık sen ve ben hüzünlü bir ayrılığın buruk birer türküleriyiz.

Sen yitik bir hatıranın parçasısın yüreğimde. Aklıma her gelende yüreğim kanayacak. İşte ben o an anlayacağım ki sen yüreğimde iyileşmeyen bir yarasın. …Ve sen aklıma her gelende bir bozuk plak nasıl bir türkünün en kıvamlı yerinde takılır kalırsa bende kendime aynı soruyu sorup duracağım. Giden için gitmek mi zor yoksa kalan için kalmak mı zor diye. Lakin yüreğimde açtığın yara yüzünden bu sorunun cevabını hiçbir zaman veremeyeceğim.

1 Mayıs 2014 Perşembe

KOZAN SANCAĞI ÜZERİNE NOTLAR II

Şamil YAZAN
Araştırmacı-Yazar
Kozan Sancağının Sınırları
Her milleti Türk yapmak gibi her Türk boyunu da Avşar yapmak gibi bazı şeyleri abartmayı seviyoruz galiba. Nitekim Ahmet Cevdet Çamurdan da  “Kozan’ı Tanıyalım” isimli eserinde Kozan Sancağının sınırları biraz abartmışa benzemektedir. Ahmet Cevdet Çamurdan’a göre Kozan Sancağının güney sınırı: “ Adana’nın Karahacılı Köylerinden başlayarak Aşağı Sırkıntı Nahiyesi ve Yukarı Sırkıntı Nahiyeleri adlı iki nahiyeleri içine alarak Sarıçam istikametinde Ceyhan Nehrine ulaşan…” diye tarif etmektedir. Ahmet Cevdet Çamurdan’ın verdiği bilginin tarihi gerçeklikle örtüşür bir yanı yoktur. Çünkü Aşağı Sırkıntı Nahiyesi Kozan Sancağına bağlı değildir. Aşağı Sırkıntı Nahiyesi Adana Vilayetinin merkezine(yani Adana’ya) bağlıdır. Aşağı Sırkıntı Nahiyesi Çeplece Deresinin güneyinde ve Ceyhan Nehrinin batısında yer almaktaydı. Tarih boyunca devletlerinin sınırların değiştiği gibi vilayet ve sancaklarında sınırları da değişmiştir. Bu yüzden Kozan Sancağının da sınırlarının tarih boyunca değişmiş olabileceğini dikkate almak zorundayız.
Kozan Sancağı Üzerine Yazılan Bir Kitap
Kitabın adı “XIX. Yüzyılın İkinci yarısında Kozan Sancağı”. Kitabın yazarı Prof. Dr Adem Tutar. 2010 tarihinde Elazığ’da Manas Yayıncılık tarafından yayınlanmıştır. Kitap 134 sayfadır. Kitap üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Kozan Sancağının kurulması ve idari yapısı anlatılmaktadır. İkinci bölümde Kozan Sancağının iktisadi yapısı anlatılmaktadır. Üçüncü bölümde Kozan Sancağının sosyal yapısı anlatılmaktadır. Kitapta kitabın yazarı hakkında bilgi verilmemektedir. Bizim yaptığımız araştırmaya göre kitabın yazarı Kozanlı bir akademisyendir. Ayrıca Fırat üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesidir. Adana Vilayeti ve çevresi üzerinde yaptığı araştırmaları dikkat çekmektedir. Neyse yazarı ve kitabı uzun uzadıya anlatacak değilim. Ben yazarın kitabında katılmadığım bazı noktaları belirteceğim. Katılmadığım noktaları da madde  madde belirtelim:

ü  Kitabın bir yerinde(s.61) Feke Kazasını anlatırken dört nahiye isimi verilmiştir. Dört nahiyesi arasında Erikli ismi dikkat çekmektedir. Erikli isminin doğrusu Arıklı olmalıdır.
ü  Kitapta Sis Kazasına bağlı köyleri gösteren (s.56) tabloda Yukarı Sırkıntı nahiyesi bağlı köylerden birisi dikkat çekmektedir. Bu köy Tahiri’dir. Muhtemelen ya yanlış okunmuş veya kitaba yazılırken yanlış yazılmıştır. Çünkü bu köyün isminin doğrusu Damyeri diye okunmalıydı.
ü  Kitabın önsözünde (s.8) hocamız Türk-Ermeni ilişkilerinde şöyle bir tespiti: “ Osmanlılar döneminde Rumların, Ermenilerin ve Türklerin huzur içerisinde bir arada yaşadığı ender bölgelerden biri olan Kozan coğrafyası, yaklaşık dört asır huzurlu ortamını muhafaza etmiştir. Osmanlı coğrafyasının bazı bölgelerinde XIX. Asrın sonlarında cereyan eden Ermeni isyanlarının Kozan yöresinde zuhur etmemesi, buradaki Türk ve Ermeni toplumlarında oluşan sosyal hayatın ne denli bir boyut kazandığını göstermesi açısından önem arz etmektedir.” vardır. Hocamızın böyle bir tespiti doğru değildir. Çünkü o tarihlerde dünyada hızla yayınlan milliyetçiğin ve Anadolu’da çıkan Ermeni isyanlarının Kozan Sancağında yaşayan Ermenileri etkilememesini düşünmek çok mantıklı görünmemektedir. Hocamızın bu konuda yanılgıya düşmesinin sebepleri arasında Adana’da yaşayan Ermeniler üzerinde akademik çalışma olmamasıdır. Bu konuda yöresel anlamda Cezmi Yurtsever ve Mustafa Onar’ın bazı çalışmaları vardır. Hocamız bu kişilerin çalışmalarını gördü mü bunu bilmiyoruz. Neyse biz Kozan Sancağında 1909 tarihinde kadar neden herhangi bir kargaşalığın çıkmamasını ve 1909 tarihinde kadar Kozan Sancağında yaşayan Ermenilerin siyasi faaliyetleri olup olmadığı konusundan biraz bahsedelim. 1909 tarihine kadar Ermenilerin Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurmaya çalıştıkları ve bu kurulacak devletle de daha sonrada Kilikya’yı (yani Çukurova’yı) eklemeyi planladıkları bilinmektedir. Bu yüzden Kozan Sancağında yaşayan Ermeni ileri gelenleri Anadolu’da çıkan Ermeni isyanlarına destek vermişlerdir. Netice olarak Doğu Anadolu’da kurulacak bir Ermeni devletine İngilizlerin, Amerikalıların ve Rusların desteklerini çekmesi neticesinde Ermeniler Fransızlar himayesinde Kilikya’da bir Ermeni devleti kurmayı planlamışlardır. 1877 ve 1909 yılları arasında Kozan Sancağında yaşayan Ermeniler siyasi faaliyetlerini örgütlenmek, silahlanma, Türklerin topraklarını ele geçirmek ve Anadolu’da çıkan tün isyanlara destek vermek şeklinde özetleyebiliriz.
ü  Kitabın kaynakçasında bir kaynak dikkat çekmektedir. Ahmet Şefik, “Yüzyıl Önce Ahval-i Kozan” (Neş A. Kütük), Kozan Sevdası yıl 3 Mayıs 2010. İlk bakıldığında yeni bir çalışma gibi görünse de bu çalışma orijinal kaynağı şudur: Ahmet Şerif Anadolu’da Tanin, Cilt I, Neş. Mehmet Çetin Börekçi, TTK Yay. Ankara 1999, Ahmet Şerif Bey bir gazetecidir. Çeşitli (1909-1014) tarihlerde Anadolu’da yaptığı gezileri Tanin Gazetesinde yayınlamıştır. Nitekim 1910 tarihinde Ahmet, Şerif Beyin Kozan Sancağına da uğramıştır. Kozan Sancağının Sis, Feke, Kars ve Hacın kazaları hakkında da ilginç bilgiler vermektedir.

8 Mart 2014 Cumartesi

ADANALI KIRGIZLAR

                                                                                            Şamil YAZAN
Araştırmacı-Yazar

Bir hoca arkadaşım vasıtasıyla Kırgızistan’dan Şahsenem Halilbekova isimli bir öğrenci ile tanıştım. Şahsenem Hanım Nevşehir’de Türk dili üzerine yüksek lisans yapmaktaydı.  Adana’da yaşayan Kırgız Türkleri üzerine yüksek lisans çalışması yapmak istediğini söyledi. Bende bu konuda elimden geldiği kadarı ile yardım edebileceğimi belittim.
Adana’da Türkistan Türklerinin varlığından haberim vardı. Hatta bir derneklerinin olduğu ve dergi çalışmalarının olduğunu bilmekteydim. Ama Adana’da yaşayan Türkistanlı Türklerle herhangi bir tanışıklığım yoktu. Bu yüzden Adana’da yaşayan Kırgızlar ile bağlantı kurmanın en mantıklı yolu Adana’daki Türkistanlılar Kültür ve Dayanışma Derneğine ulaşmaktı. Böylelikle Türkistanlılar Derneği başkanı İlker Medeni Beye ilk önce telefonla ulaştık. Şubat ayının 18’nde buluşmak üzere telefonlaştık. Buluşmak üzere Türkistanlılar Derneğinin Yüreğir’in Serinevler Mahallesindeki binasına öğleden sonra vardık. İlker Medeni Bey güleç yüzlü bir insandı bizi çok iyi karşıladı. Şahsenemin nasıl bir çalışma yapmak istediğini anlattık. Kendilerinin Şahsenem’e nasıl yardım edebileceğini sorduk. İlker Medeni Bey bizi Abdüşşekür Özgen Beyle tanıştıracağını belirtti. Bize Abdüşşekür Beyin Kırgız Türkü olduğunu bu konuda onun daha iyi yardımcı olacağını belirtti. Sohbet arasında Adana’da yaşayan Türkistan Türkleri arasında en çok Özbek olduğunu öğreniyoruz. Özbeklerden sonra sırasıyla Kırgızlar, Kazaklar ve Uygular yer almaktaydı. Türkistan Türklerinin soy isimleri hemen dikkatimi çekti. Mesela İlker Beyin soy ismi Medeni idi. Kendilerinin bir ara Arabistan’ın Medine şehrinde yaşadıklarını ve bu yüzden bu soy ismini aldıklarını belirtti. Abdüşşekür Beyin soy ismi Özgen idi. Özgen adı Kırgızistan’ın Özgen (Özkent) şehrinden gelmekteydi. Özbeklerin bir kısmının Adana’ya Osmanlı döneminde geldiği anlaşılmaktaydı. Ayrıca Milli Mücadeleye katıldıklarını zaten daha öncesinde de bilmekteydim. Türkistan Türkleri Türkiye’ye gelebilmek için en az iki-üç ülke gezmek zorunda kalmışlardır. Abdüşşekür Bey emekli bir insandı. Orta boylu ve hafif çekik gözleriyle tam Kırgız Türkü olduğunu göstermekteydi. Adana’da kaç Kırgız ailesini sorduk Abdüşşekür Bey bize on aile olduğunu söyledi. Ayrıca bir ailenin Antalya’ya ve bir ailenin İstanbul’a göç ettiğini belirtti. Abdüşşekür Bey yarın bir araba ayarlayacağını ve böylelikle Kırgız ailelerini daha kolay gezebileceğimizi belirtti. Ertesi sabah Kırgız aileleri gezmek amacıyla buluştuk. Abdüşşekür Bey ilk önce kendi ailesi götürdü. Abdüşşekür Bey’in hanımı Kırgız Türkçesini anlıyor ama çok fazla konuşamıyordu. Ayrıca Abdüşşekür Beyin akrabalarından bir kısmının hala Kırgızistan’da olduğunu öğrendik. Ayrıca bir çocuğu Kırgızistan’da okumuş. Her gittiğimiz evde Şahsenemin Türkiye Türkçesini düzgün konuşması karşısında bir şaşkınlık yaşanmaktaydı. Şahsenem’de Türk Dünyası Araştırma Vakfının Kırgızistan’da bulunan Üniversitesinde Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü okuduğunu belirtmekteydi. İkinci ziyaret ettiğimiz kişi Abdüşşekür Beyim dayısı Abdülhamit Özgen Bey idi. Abdülhamit Bey ilerlemiş yaşına rağmen güçlü bir hafızası vardı. Kendilerinin Cumhuriyet devrinde Adana’ya geldiklerini belirtti. Türkiye’ye gelmeden önce Doğu Türkistan (Kaşgar), Pakistan, Arabistan ve Irak üzerinde Türkiye’ye geldiklerini belirtti. Bir ara Almanya’da da yaşadığını belirtti. Türkiye’de ilk önce Konya’nın Cihanbeyli ilçesine yerleştiklerini belitti. Kırgız tarihi konusunda bilgi sahibi olduğu Kırgız kelimesinin manasına açıklamasından belliydi. Osmanlı Devletinin kuruluşunda 600 kadar Kırgız atlısının destek verdiğini belirtmekteydi. Moğolları da Türk olarak kabul ettiğini belirtti. Kendi babasının Basmacılık Hareketinin ileri gelenlerinden biri olduğunu ve babasının mezarının Konya’nın Cihanbeyli ilçesinde bulunduğunu belirtti. Basmacılık Hareketinin Ruslar tarafından alelalade bir çapulculuk hareketi olarak gösterilemeye çalışıldığını ama Basmacılık Hareketinin milli bir direniş hareketi olduğunu belirtti. Adana’da yaşayan Kırgızların birinci kuşakları Kırgız Türkçesini konuşmaktaydı. Bazıları anlıyor ama konuşamamaktaydılar. İkinci kuşak içerisinde Kırgızistan’da üniversite okuyanlar Kırgızcayı konuşabilmekteydiler. İkinci kuşağın diğer üyeleri Kırgızcayı hiç bilmemekteydi.
            Abdülhamit Özgen Geleneksek Kırgız Kıyafetiyle

Adana'da Bulunan Türkistanlılar Derneği

Sonuç olarak tarih kitaplarından duyduğumuz Rus zulmünü yaşayan veya etkilerini birebir yaşayan insanlarla konuşmak benim açımdan oldukça ilginç oldu. Son olarak umarım Şahsenem Hanım, Adana’da yaşayan Kırgızlar üzerine makale veya master tezi hazırlar. Böylelikle Türkiye ve Türkistan’ın kader birlikteliği hakkında bize bir yazı çalışması kalır. Atalar boşuna dememiş “Söz uçar yazı kalır”  diye.